Reklamı seviyoruz, gösterişi seviyoruz, anlık zevkleri de seviyoruz.
Kısaca “tüketmeyi” ve gittikçe daha fazla tüketmeyi de seviyoruz. Ama
tüketim nereye kadar? Bu yaşam tarzı aslında ABD’de doğdu, reklam,
dizi ve filmlerle hızla yeşerdi yayıldı ve yayılıyor, dünyanın her
yerinde gücü yeten toplumlar tarafından da taklit edilmektedir. Alan
During’e göre tüketim, adım adım “yaşam tarzı” haline getirilmektedir.
Nüfusları toplam nüfusun % 15’i olan sanayi ülkeleri toplam enerji
tüketiminin % 80’inden sorumlu. Benzin yutan cipler, dev reklam
panoları, sayısız fast food dükkanları, kullan-at kültürü, 24 saat
açık AVM’ler. Bir kot pantolonu yapımı için gerekli olan pamuğun
üretimi için kullanılan su tam 800 litre. Ya pamuk üretimi sırasında
kullanılan doğal yaşamı yok eden böcek ilaçları. Çinli düşünür Tao Te
Ching sahip olduğunun yeterli olduğunu bilen “esas zengindir” diye
boşuna demiş.
Malların satın alınıp kullanımı bir ayine dönüşmekte yani anlamsız bir
tüketimle, egomuz tatmin olmaktadır. Bir şeylerin giderek artan bir
hızla tüketilmesi, bitirilmesi, yıpratılması ve yenisiyle değiştirilip
hurdaya çevrilmesi gerekmekte. Yüzüçü Nobel ödülü almış olan iki bin
bilim adamı yaptıkları ortak açıklamaya göre yaşlı dünyamızı bu
şekilde 200 yıl içinde tüketmiş olacağız. Yeni bir gezegen veya
gezegenler bulmamız gerekiyordu. İnsanlar mutluluğu daha “çok
tüketmek” sanıyor, elbette çok yanılıyorlar. Yapılan geniş kapsamlı
bir araştırma sonucu dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan
Bangladeş’in ve ekonomik gücü kısıtlı bir Pasifik Adası olan
Vanuatu’nun en mutlu insanlara sahip olduğu anlaşılmış. ABD, Kanada,
Birleşik , Almanya, Fransa, Lüksemburg, Katar, İsviçre, Norveç
“mutluluk listesinde” hep son sıralarda yer alıyor. Demek ki mutluluk
detaylardadır, sevinç aslında anlardan ibarettir.
Belediyeler, oy endişesi ile; ödediğiniz vergilerle göze direkt hitap
etmeyen alt yapı hizmetleri, ağaçlandırma, çağdaş katı atık alanları,
geri dönüşüm tesisleri, hayvan bakım ve tedavi merkezleri, su arıtma
tesisleri yerine beldesinin profesyonel futbol kulübüne veya
“festival” başlığında popüler kültürün şımartılmış sanatçılarına
çuvallarla yasa dışı para akıtmaktadırlar. Türkiye’de bir yıl içinde
1176 şenlik, kutlama ve festival gerçekleştirilmekte, yani her gün
ülkemizin üç beldesinde çoğu kez sırf “gösteriş” ve “anlık eğlence”
uğruna etkinlikler yapılmaktadır. Bir gecede örneğin Demet Akalın’a
bir konser için 90 bin lira rahatlıkla ödenmekte ama vahşi çöp
sahalarında yılda 100 bin balığı öldüren naylon torbaların denize
uçmasını önlemek adına, modern bir katı atık toplama alanı için
nedense bir türlü para bulunmamakta.
Üç dakikalık havai fişek gösterisi için bir belediye 3000 Amerikan
dolarını temin ederken, biyolojik arıtma tesisi için ödenek
olmadığından yakınmaktadır. Oysa havai fişekler bir çok hayvanı
ürkütmekte, düşük yapmalarına sebep olmakta, kültür değerlerimize
zarar vermekte, hastaları uyandırmakta, hava kirliliği yaratmakta ve
hatta zaman zaman insanları yaralayıp, yangınlara bile neden
olmaktadır. Olsun ne de olsa havai fişeğin “havası” var ya!
Gösterişi çok seven bir belediye başkanı Cumhuriyet’in 80. yılı
dolayısıyla 3 bin 800 metre uzunluğunda, 3 bin 500 kilo ağırlığında
dev bir Türk bayrağına sekiz ay içinde 300 bin lira harcamış. Hammadde
tüketildi, enerji harcandı, emek verildi. Keşke böyle bir bayrakla
hakiki “Cumhuriyet ve Atatürk” sevgisi aşılanabilse? O koca bayrak bir
köşede çürüdü. Oysa ki bu bayrak için harcanan para ile Atatürk’ümüzün
başlattığı eğitim seferberliğine ömür boyu hizmet edebilecek çağdaş
bir okul bile inşa edilirdi.
Efendim, devlet güdümlü şaşalı gösteriler komünist ülkelerde göz
boyamak için bir dönemde her fırsatta yapılırdı. Ben o günlere şahit
oldum. Dev panolar, dev binalar, dev heykeller, geniş sokaklar,
madalyonun öbür yüzü ise hep çok farklı olmuştur. Günümüzde de
Küba’dan sonra sadece Kuzey Kore’de özellikle 1 Mayısta bu gösteriş
geleneği devam ediyor.
Bilirsiniz, her ramazanda lüks otellerde ünlü sanatçı ve
işadamlarının katılımı ile görkemli iftar yemekleri verilir.
Katılanların hepsinin oruçlu olduğu çok şüpheli. Bir iftar yemeğinde
tamamen çeşit çeşit yiyecekle dolu yuvarlak masa etrafında oturan 10
kişi itiraf etmiş, hiçbiri oruçlu değilmiş. Bu iftar yemeği dinimizin
emrettiği gibi kırsal mahallelerde fakir evlerinde çadırlarda sahiden
ihtiyacı olanlara verilse ne güzel. Kocaman şaşalı lüks kağıtlara
basılı davetiyelerle “altı yıldızlı iftar yemeğine” çağrıların
yapılması ardından, yemeklerin ve ekmeğin çoğunun tabaklarda bırakılıp
çöpe gitmesi beni çok yaralıyor. Zaten sosyetede tabaktaki yemeği
bitirmek ayıpmış. Sonra elinde markalı bir çanta tutan vizon kürküne
sıkıca sarılmış, sahte sarışın kadınlar tabağında yemeği bitiren
arkadaşları için aynen şöyle derlermiş önündeki “her şeyi tüketti,
bir kırıntı bile bırakmadı, görgüsüz”. Oysaki dinimizde her türlü
israf “haramdır”, şeytanla işbirliğidir, haksızlıktır.
Ama sessiz, üstümüze ölü toprağı serilmişçesine “sessiziz”. Herkes
kısaca “boş ver” diyor. Herkes görevi bir başkasına devrediyor. Beni
Gaziantep’ten telefonla arayan bir delikanlı aynen şöyle demişti.
“Annem üç katlı evimizde otuz kedi beslerdi. Onları günah diye
kısırlaştırmadım. Annemi kaybettim. Ben bu kedilere bakamıyorum, gelip
alır mısınız” (şaka değil)
Çocuklarımıza, torunlarımıza, ülkemizin ve dünyamızın geleceğine yazık
oluyor. Günün birinde belki de bu hatalarımız ve aldırmazlığımızdan
dolayı mezarlarımız torunlarımız tarafından taşlanacak!