Her nesil kendinden önceki neslin kendisine yaşattığı olumsuz tavırları kendinden sonrakilere yaşatmayacağına söz verir. Ama ne kadar kendini farklı yetiştirip bambaşka bir düşünce yapısına ulaşmış olsa da bir süre sonra farkında olmadan diğerleri gibi davrandığını fark eder.
Örneğin; babasının öfkesinden kaçan biri yıllar sonra tıpkı babası gibi öfke sorunları yaşarken bulur kendini. Çabuk ağlayan bir anneye sahip olan çocuk, ileride kendisinin de fazla duygusal tepkiler verdiğinin farkına varır. Çünkü çocuk her şeyi taklit ederek öğrenir, genç yetişkin ise kendi isyan bayrağını çektiğinde her şeyin en doğrusunu bildiğini sanır, yetişkin ise farklı biri olduğunu zannederken ebeveyn olduğunda kendi ailesiyle aynı yolun yolcusu olduğunu anlar.
İşte bu yüzden bizi en çok etkileyen çocukluk travmalarının atlatılmasının daha zor olmasının sebebi de 0–5 yaş arasında özellikle çocukların kelimelere hâkim olmadığı için yaşadıklarını sadece görüntü ve ses karmaşası olarak hatırlamasından kaynaklanıyor. Yıllar sonra bile bundan emin olmamaları, travmaları yaşamaya devam etmelerinin en büyük nedeni. Yani kelimeler yaşadıklarımıza şekil vermemizi ve konumlandırmamızı sağlarken aynı zamanda bizi korumuş oluyorlar.
Tüm bunların yanında doğduğumuzda aile ve kökenimizi seçme şansı da maalesef verilmiyor. ‘Outliers(Çizginin Dışındakiler)’ kitabında bahsedildiği gibi, eğer kökeniniz tarım veya hayvancılıkla uğraşan bir aileye dayanıyorsa karakterinizde de bunun etkisi görülüyor. Çünkü hayvancılıkla uğraşan kişiler hayvanlarını kontrol edebilmek için yüksek sese, emredici bir üsluba sahiptir. Aynı şekilde geceleri kurt saldırılarından korkan gergin bir yapıda olurlar, bu yüzden öfke sorunları yaşayabilirler. Tarımla uğraşan kişiler ise sabretmeyi, beklemeyi ve ilgi göstermeyi bilirler, doğalarında sakinlik vardır. Yani birkaç nesildir şehirde yaşıyor olsanız bile kökeniniz sizi etkilemeye devam ediyor.
Mark Wolynn ‘Seninle Başlamadı’ kitabında ise kişilerin hayatımızı etkileyen bazı travmaların, kendimizden üç nesil öncesine kadar dayandığından bahsediyor. Psikoterapi gören bazı gerçek hastalar üzerinden konuya ilişkin örnekler veriliyor. Mesela Naziler nedeniyle gaz odasında öldürülen babaannesinin hikâyesini bilmediği halde, babaannesinin öldüğü yaşa geldiğinde intihar etmek isteyen kadının ölüm şekli olarak ısrarla gazı tercih etmesinin üzerine giden psikiyatrlar, genç kadının ailesine ait bu gerçeği öğrenmesini ve yüzleşmesini sağlıyorlar.
Bununla ilgili bir başka deneyde fareler üzerinde gerçekleştiriliyor. Farelere daha önce duymadıkları bir ses dinletiliyor ve sesin ardından şiddet veriliyor. Fareler artık bu sesi her duyduklarında kaçmaya çalışıyor ve sesten korkuyorlar. Bu farelerin üç nesil sonrasına da bu ses dinletildiğinde, fareler şiddete hiç maruz kalmamalarına rağmen aynı şekilde korkuyor ve kaçmaya çalışıyorlar. Bu ağır travma ve korkunun nesillere aktarıldığı da bir kez daha gözlemlenmiş oluyor.
Buna istinaden gördüğümüz rüyalar ve karabasanlar da tamamen bilinçaltımızın bir ürünü. Rüyamızda gördüğümüz yabancı yüzlerin, gün içinde denk geldiğimiz ama dikkatimizi çekmediğini sandığımız yüzler olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yani biz farkında olmadan bilinçaltı alacağını alıyor heybesine… Sesler, görüntüler, kişiler, olaylar. Bilinçaltı seçici olmadığı için her şeyi yutmaya çalışıyor, geceleri hatta yıllar sonra bile topladıklarını harmanlayıp yine sunuyor önümüze.
Anlayacağınız her ne kadar bilincimizi aydınlatsak ve parlatsak da bilinçaltımız içinde yaşadığımız ve büyütüldüğümüz toplumun çocukluktan beri bize dayattığı zihniyetle karanlıklar içinde bırakılıyor. Bu kirleri çıkartmaya da ne yazık ki çamaşır suyu bile fayda etmiyor.