Bir anda hayatımızın orta yerine düşüp hızlıca tüm hayatımızı değiştiren pandemi sürecinin yarattığı korku ve belirsizlik iklimi hepimizin ruh sağlığını tehdit eden bir hal aldı. Günlük rutinlerimizden, alışkanlıklarımızdan ödün vermek zorunda kaldık.
Bu süreçte çok anlam yüklenen kavramlardan biri de “hoşgörü” oldu. Sık sık talep edildi, gösterildi.
Gerçi hoşgörü çetrefilli bir kelime.
Sık sık cümle içerisinde kullandığımız bu kavramı, gündelik hayattan liberal politikalara, eşitçilikten evrensel olup olmadığına kadar farklı şekillerde tartışabiliyoruz. Fakat tüm bunların sonunda sanırım Nietzche’nin höşgörü’yü “kölelik ahlakının bir parçası” olarak tanımlayıp, erdem olarak kabul etmemesine hak mı vermeli..
Höşgörünün bir amaç olsa bile kendi kendini yok eden ve egemen ahlakın bir parçası olmanın ötesine geçemeyen bir yanı olduğunu fark ediyoruz, öyle değil mi..
Politikacılar mesela.. Devamlı ne kadar “hoşgörülü” bir coğrafyada yaşadığımızdan bahsederken, yaşamda karşılaştığımız “hoşgörü” ye şüpheli yaklaşmak gerekir. Çünkü biraz sorguladığımızda, bizden sonsuzca hoşgörü talep edilirken karşılığında gösterilenin, toplumsal normların, egemen politikaların, çoğunluğun izini taşıdığını fark ederiz.
Hoşgörü... Kime, neye, ne kadar, ne zaman, neden..?
Hadi buyrun, burdan düşünün..