Her şey farkı takvim yapraklarındaki sayıların değişmesiyle başladı. İçinde bulunduğumuz döneme ‘milenyum’ çağı deneceği belki henüz idrak bile edilmemişti. Özellikle geçmişten gelen insanlar 20’inci yüzyılı okuyan, gören, tadan insanlar; 60ların, 70ler siyasi atmosferini bunun yansımalarını, 80lerin ve 90ların birbiri ile bağlı muazzam bağını gören insanlar, milenyum çağına ayak uydururken de bir hayli zorlandı.
Toplumun zorlanan kesimlerinin ortak özelliklerinden biri de şuanda gazete okuyor olmaları ve bu satırlara ulaşmaları olsa gerek. Milenyum insanları ise; internete o kadar bağlıydılar ki… Bin değişimine verilen isim.
Bir kesim insan içinse yaşamanın tadını alamıyor, milenyum insanı. Gösteri çağı diyorlar mesela. Görünenin kazandığı görünemeyenlerin süründüğü ve sürüneceği çağ…
Biraz da öyle değil mi?
Metropollerde, kasabalaşan köylerde, yok olan köylerde varlığımızı sürdürürken; eski yaşamdan bir şeyler bulduğumuz her hangi bir anda yüreğimizin çığlık çığlığa bağırması bundan değil mi?
Zamanımızın şairleri; bu devirde yaşasa kim bilir ne derlerdi? Kendi milenyumlarını; Araflarını, Arafın ötesini nasıl görürlerdi de dizelerine; yaşam’ı, yaşamayı; zamanını yaşamayı aktarırlardı?
***
Cahit Sıtkı Tarancı;
“Kırıldığını bildiğim halde
Ne diye çemberimi ararım?
Kursam işlemez oyuncaklarım:
El çocuğu uyur beşiğimde.
Ah yeniden başlamak hayata;
Çocukluğa, aşka ve sanata!” dizeleriyle sanki geçmişten bir pencere aralıyor; buz gibi duvarda.
***
Melih Cevdet Anday ise yaşamanın kıymetini şu mısraları ile anlatıyor… Yaşamın kıymetini nasıl anladığınıççç
“Tam üç ay hasta yattım,
kendimi bilmeden
ve şehrin sokaklarını,
tavlada dübeş kapısını unuttum.
sevdiğim kızın yüzünü.
şimdi ne güzel, yeni baştan
yürümeye ve sevmeye başlamak!”
*
Yaşamaya deli mi oluyor Bir Garip Orhan Veli, dizelerinde…? Dünya ne de olsa dünya. Yaşamak da bir o kadar yaşamak. Deli edercesine yaşarcasına yaşamak…
“Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç”
*
Oktay Rıfat ise kendi zamanın şairlerine selam veriyor. Ateşe ve toprağa. İnsanın, hissetmesini, duyguyu hissetmesini, duyuları hissetmesinin kıymetini anlatıyor.
“Potinlerime ve paltoma
Teşekkür etmeliyim.
Teşekkür etmeliyim yağan kara,
Bugüne, bu sevince..
Kara bastığım için şükür;
Şükür, gökyüzüne ve toprağa;
İsmini bilmediğim yıldızlara,
Suya ve ateşe hamdolsun!”
*
Edip Cansever ise bir tahta parçasının masaya dönüştükten sonra evrendeki yerini anlatıyor. Yaşamdaki. Dünyadaki. Bana mısın demeden duran bir masayı, her şeye rağmen onca şeyi taşıyan masayı…
“Masa Da Masaymış Ha
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu”