Çocuklar görmediği diyarları aslında neredeyse yok gibi kabul eder. Çünkü görmez ve bilmezler. Hatta beşiğinde oyun oynayan çocuk, yanındaki kişinin yan odaya geçerek gözden kaybolmasını gerçekten kaybolmak olarak kabul eder. Gerçekten kayıp. Hiç var olmamışçasına… Yoktur.
Ve birden geri geldiğinde, mucizevi bir şey olmuştur. Çocuklar bunu sihir gibi algılar. Kaybolmak kara büyü, var olmak ise sihir…
Çocuklar bu nedenle de ölümü farklı kavrar. İyi ve en doğru yol ile anlatmak gerekir. Çeşitli yöntem ve teknikler vardır. Şuanda olmayan bir şeyin, varlığın aslında bir süredir olmadığını ya da olamayacağını iyi anlatmak gerekir.
Belki ölmüştür. Belki başka bir yerde yaşamını sürüyordur. Ama olmuştur. Vardır. Anılardır ve bu bir gerçektir. Arkadaşın, dostun, oyuncağın ortan kaybolmuş olması hiçbir şeyi değiştirmez.
Bilgelik Ağacı gibi… Onu görmüyor olmamız olmadığı anlamına gelmez… İşte tam bu nedenle çocuklar ve Bilgelik Ağacı gibi düşünmeliyiz.
Çocuklar, göremediklerinin olmadığına inanırlar. Kayboldukları ve öldüklerini düşünürler. Çocuklar için, o anda gözleri ile göremedikleri yoktur. Sesleri duyamadıkları… Ama ve araz minikler için durum biraz daha farklı tabi. Ona da başka bir yazımızda değineceğiz…
Bilgelik Ağacı da hep orada… Göremesek, duyamasak da o ilk tohumdan filizlenen bedenini… Yansımalarını duymaya ve görmeye devam ediyoruz… Bütün çiçeklerde, ağaçlarda…
***
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde kaldığı bir vakitte Bilgelik Ağacı’nın gövdesini bir minik insan yavrusu yaslanmış. Rivayete göre o çocuk çiçeklerin taç yaprakları arasından bir damla gibi süzülerek doğmuş. Kimseyi bulamamış konuşacak. Dilini, lisanını bilen kimse olmadığını düşünmüş. Kendisi bile hangi dilde konuştuğunu bilmiyorken, nasıl kendisi gibi birini bulabilirmiş?
Bilgelik Ağacı gövdesinde kendini güvende hisseden miniğin yüreğinden geçenleri hissetmiş.
Zamanca evvelce. Bir gizemli gece de çocuğun sesini duymuş. Bilgelik Ağacı’nın dalları arasına yuva yapan kozalara konuşmuş durmuş çocuk. Kendisini onlara yakın hissetmiş. Sabah olduğunda kozaların içinden çıkan kelebeklere büyük şaşkınlıkla bakmış.
Kelebeklerden birinin peşinde koşarak oyun oynamaya başlamış. Geri geldiğinde de kozaları görememiş. Kelebek ve minik çocuk hüzünle aramışlar… Bir köy yolunda izlerine rastlamışlar.
İnsanlar!
İnsanlar kozaları sıcak suda kaynatmışlar. İpekleri toplamışlar. Çocuk o an ağlamaya başlamış. O kadar çok ağlamış ki, Bilgelik Ağacı’nın gövdesinde cebine düşen tohumlardan birine gözyaşları can vermiş. Minik, çiçeklerden süzülen bir damla çocuktan bir ağaca dönüşmüş.
***
Bu iki anlatım da eş değer. Çocuklar göremedikleri şeyler için ağlar. Üzülür. Yok oldu sanır. Kayboldu… Onu bir daha göremeyeceğini sanar ve bunu gözyaşları ile dile getirir. Ama bazen de… Bazen de işler farklıdır.
Çocuklar büyür ve yetişkin olduklarında görmezler. Durup ince şeyler düşünmezler. Biz aslında görüyoruz değil mi? Sesleri gelmese de orada olduklarını biliyoruz. Kozaların içinde minik birer canlı olduğunu. Ve ipek için onların canını yaktığımızı…
Ama çocuklar da biliyor. Kozaların minik insanlarının kayıp ruh olmayacağı bir ihtimali biliyorlar.
Başka bir ihtimal daha olduğunu… Başka bir dünya daha olduğunu.