İnsanların ömrü doğayı ve evreni takibi edebilmek için çok kısa idi. Geçmiş kültür tabakalarından, insanlardan habersiz yaşıyorlardı. Bulundukları toprakların altındaki katmanlardan bir haber ömürlerini sürdüren insanların, o anki yaşadıkları hikayedeki izlerde geçmişi görüyor ve bunu insanlara da anlatmak istiyordu.
Pagan inançların, yaşanmışlıkların tamamı, insanların o anda yaşadıkları yaptıkları her şeyde vardı aslında. Ama insanlar bunları göremiyordu.
Bugünün ilk adımının sabah uyandıkları anda yaşanmaya başlamadığının farkında olan Anka Kuşu, her şeyin geçmişte gizli olduğunun farkında idi. Bazı insanların da bunun farkında olduğunu da biliyordu.
***
Anka Kuşu, tarih boyunca ozanlarla hep dosttu. Ozanlar bugünü yarına taşıyan birer haber güvercinleriydi. Geleceğe ince bir mum alevi bıraktıklarından haberdar olarak anlatır dururlardı. Gelecekteki insanların o ince bir sızı kadar canlı olmayı zar zor başarabilen ışıkta, geçmişi aydınlatacaklarını umarlardı. Bu ozanlardan biri de Egeli Homeros idi.,
Homeros’un destanları yazılmaya başladığı ilk günden itibaren, sayfaların çevrilmesi ile bir rüzgar oluşuyordu. Kelebek kanatlarının hava dalgasını anımsatırcasına.
***
Zaman geçmiş, dönemler bitmişti. Anka Kuşu o ilk kelebeğin kanat çırpışını andıran destan yapraklarındaki rüzgarın hissini çağlar sonunda bile hissedebilmişti. Yazılanlar ve söylenceler ışığında Bin Pınarlı İda eteklerinde ilk Troya Kazıları başlamış ve o minik kanat çırpma rüzgara dönüşmüştü.
Zaman geçmiş, arkeolojik kazılar artmış, tarihçiler, sanat tarihçiler ve arkeologların gözde mekanlarından biri olmayı başaracak Troya adını dünyaya duyurmuştu.
Bir kez daha.
Anka Kuşu, geçmişin izlerinin farkında olmayan insanlar için hala daha üzülüyordu. Ama Geçmişin taçlandığının ve bu tacın insanların gözlerini kamaştırır bir hali olduğunun da farkındaydı. Öyle ya da böyle o tacın ışığı her bir insanın gözlerini kamaştıracaktı. O taş, belki de hiçliğin ve s-zeytin ağaçları arasında ansızın beliriveren, tarih boyunca belki de hep orada olmuş ve çağlar sonra da orada olmayı başarabilecek olan Troya Müzesi’nden başkası da değildi.
Troya, Troya Müzesi, Troya’nın anlatıldığı destanlar, filmler, resimler, müzikler ve heykeller ve niceleri ile Troya her gün bir kez daha aynı Anka Kuşu’nun sonsuz doğumu gibi tekrar doğuyordu. Anka Kuşu, bu güzelliğin insanlar tarafından daha da çok keşfedilmesi için bekliyor, duruyordu.
Söylenceye göre, Anka Kuşu ilk destanların kağıda aktarılmasından sonra ilk kez hissetmişti bunu. Defter ve kodeks yaprakları her açıldığında çıkan o minik hava akımı önce kazıların başlamasını sağlamıştı. Kazılarla beraber rüzgar çıkmıştı. Bu rüzgar, Anadolu’yu, Avrupa’yı ve tüm dünyayı etkisi altına alan tarihi, sanat ve kültürel bir büyü taşıyordu. Zaman biraz daha geçtiğinde ise bir fırtına kopacaktı. Troya fırtınası. Troya kentinin eserleri, geçmiş insanların manzaralarını gözler önünde film gibi canlandırmasını sağlayacak, Troas Bölgesindeki diğer antik kentlerin gizemli dünyası insanları büyülemeye devam edecekti.
Rivayete göre, ilk ozanların anlattıkları masallar, hikayeler ve destanlara geleceğe o ışığı taşımıştı. Işık sayesinde, insanların yaşamı daha iyi anlamaları mümkün olmuştu. Anlayarak yaşamaları, anlayarak öğrenmeleri ve aslında bir bütünün kayıp parçaları olduğunu kabullenmelerini sağlayacaktı.
Ve sadece Anka Kuşu biliyordu. O ilk destanlarda yakılan minik ışığın, çağlar sonunda 3 binli yıllarda 4 binli yıllarda da titrek bir mum alevi gibi yanacağını. Aslında Troya tarihinin bitmediğini sadece Troya’nın yeni bir milat yaşadığını…
Sadece o biliyordu.
Troas rüzgarının dünyayı çağlar boyunca kasıp kavurmaya devam edeceğini…