Kemalizm adına, Mustafa Kemal Atatürk'ün dahi rafa kaldırdığı "Güneş Dil Teorisi" kapsamında uydurulan kelimeleri kullanmak için azami, bir o kadar da beyhude çabalara çok gülüyorum.
"Yaşayan Türkçe", yazılan ve konuşulan Türkçedir. Elbette, edebi sınırlarda kullanılan Türkçe kelime zenginliği, yerelde konuşulan kelime dağarcığıyla fersah fersah uzak diyebileceğimiz bir mesafeye tekabül eder.
Kemalizm-ulusalcılık adına, halk arasında "uydurukça" tabir edilen kelimeleri topluma dayatma aculluğu, birkaç hastalıklı akli meleke sahibi tarafından sürdürülmeye çalışılıyor.
Her şehirde böyleleri vardır. Hele kasaba/ilçelerdeki tekaüt tayfası, halka üstten nazar ederek, kendilerini saray raflarında sanırlar. Ama öyle değildir. Dünya’da, Türkiye’de çok değiştiği halde, bu “Köy Enstitüsü” kırıntıları bir türlü bu değişime ayak uyduramadı/uyduramaz. Yaptıkları şey, kendilerine önem atfetmek, cumhuriyet vehimleriyle halkı korkutmak ve mutlaka halksız bir yönetim veya demokrasi hayallerini diri tutmaya çalışırlar. Yazdıkları yazıda bol parantezli uyduruk kelimeleri kullanmaya çalışırlar.
Bunu yaparken de, mutlaka yaşayan Türkçe karşılığını parantez içerisinde vererek, sözüm ona yazı yazmış oluyorlar. O zaman şöyle bir acayip durum ortaya çıkıyor: Bir cümlede geçen üç kelime kullanılıyor ve akabinde de üç parantez açılarak, yaşayan Türkçeden karşılık koymak zorunda kalıyorlar.
Bir bakıma, yıllarca din bilginleri tarafından tartışılan Kur'anıKerim'deki çok parantezli mealleri andırıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Türkçeyle felsefe yapılmaz" demişti, hatırlarsanız.
Tarihçi-yazar Murat Bardakçı da bunun üzerine birkaç "Türkçe felsefe" örneği sıralamış ve "Yakanızı gevşetin, derin bir nefes alın ve ağır ağır okuyun" diyor.
Madem Murat Bardakçı okuyun diyor, buyurun okuyalım. Size bir Hegel tercümesi:
"İyi tikel özne ile onun istencinin özsel yanı olarak ilişkilidir, ve böylelikle istenç yükümlülüğünü tam olarak bu ilişkide bulur. Tikellik İyi'den ayrı olduğu ve öznel istence düştüğü için, İyi ilk olarak yalnızca evrensel soyut özsellik belirlenimini, Ödev belirlenimini taşır, bu belirlenimi nedeniyle Ödev'in Ödev uğruna yapılması gerekir."
Bu alıntı, Hegel'in "Tinin Görüngübilimi" adlı kitabından, Türkçesi öyleymiş.
Bardakçı uzun uzadıya Hegel'den tercümeyi sürdürüyor:
"Söylenmiş olanlar Us'un ereksel etkinlik olduğu söylenerek de anlatılabilir. Sözde bir Doğa'nın yanlış tanınmış düşüncenin üzerine yükseltilmesi ve herşeydenönce dışsal erekselliğin yadsınması genel olarak Erek biçiminin saygınlığına gölge düşürmüştür. Gene de, Aristoteles'in de Doğa'yı ereksel etkinlik olarak tanımladığı anlamda, erek dolaysız ve dingin olandır, devimsizdir ki öz-devimlidir, ve böylece Özne'dir. Onun devinme kuvveti, soyut olarak alındığında, kendiiçin-varlık ya da arı olumsuzluktur. Sonuç başlangıç olanla aynıdır, çünkü başlangıç erektir, ya da, edimsel olan kendi Kavram'ı ile aynıdır, çünkü dolaysız olan, erek olarak "kendi"yi ya da arı edimselliği kendi içinde taşır. Yerine getirilmiş erek ya da varolan edimsel ise devim ve açınmış "oluş"tur, ama tam olarak bu dinginsizlik "kendi"dir, ve "kendi" başlangıcın o dolaysızlık ve yalınlığı gibidir, çünkü sonuçtur, kendi içine geri dönmüş olandır, -kendi içine geri dönmüş olan ise yalnızca "kendi"dir ve "kendi" kendisi ile bağıntılı özdeşlik ve yalınlıktır."
Bardakçı'nın Hegel tercümesi sürüyor ama, benim okuyacak ve buraya alıntılayacak mecalim kalmadı.
Tıpkı, bir yazıda onlarca parantezler açarak, ilginç, esas anlaşılır ve yaşanan Türkçe kelimelerin parantezde yazılması gibi, trajikomik yazılar yazıpta, kendi yazdığını sadece kendi beğenen arkadaşlar, neyin kafasını yaşıyorlar, anlaşılır gibi değil.
Bu tür yazılar yazan kişilerin, parantezde verdikleri kelimeleri bildiklerini, ancak parantez dışındaki kelimeleri de ellerinin altındaki sözlükten alıntıladıkları kanaatindeyim.
Bunca zahmete neden girerler?
Aydın görünmek için mi?
Toplum tarafından ne bilgili kişi denmesini istedikleri için mi?
Veya "Kemalizm ve ulusalcılık" ideolojisinin hala temsilcisi olduklarını göstermek için mi?
Kemal Tahir'i, Orhan Kemal'i, yitirdiğimiz Yaşar Kemal, Sebahattin Ali, hatta Nazım Hikmet'i okuyan bir insan, böylesine dil yozluğuna soyunabilir mi? (Nedense, malum arkadaşların bu ulu çınarları okuduklarını düşünmüyorum. Okusalar, kitaplarında yaşayan Türkçeyi nasıl da konuşturduklarını bilirlerdi.)
Neyse ne!
Buda başka bir fantezidir. Ne karışırız, nede eleştiririz. Lakin, bu tür saçma sapan şeyler yaparlarken; durduk yere saldırgan ve tıpkı trafik canavarı sembolünde olduğu gibi, ona-buna direksiyon kırmaları, gayet tabii ki "geliyorum diyen kazanın" habercisi oluyorlar.
Benim itirazım sadece bu fiili gerçeğedir. Yoksa, ne yazarlarsa yazsınlar, pekte ipimde değil.
Herkesin zıvanadan çıkma özgürlüğü vardır.
İdeolojik saplantıları, yağmur yağıyor denildiğinde "bana ördek mi diyorsun" tarzı alınganlıkları, kifayetsiz ve yeteneksiz olabilme hürriyeti, Erzurumlu "Teyo Dayıyı" aratmayan palavracılık özentisi…
Bunlar olabilir, hiçbir itirazımız olmaz.
Ama biraz terbiye beklemek, ispiyonculuktan vazgeç demek, madem yalanı bırakamıyorsun biraz azaltmasını talep etmek, eni-sonu olmayan komplo teorilerinde bizi malzeme etmemesini istemek, biraz da olsun hakkımızdır diye düşünüyorum.