Küçük Kentin Büyük Gerçeği: Biga’da Nabız Nasıl Atıyor?

Haziran ayının en sıcak günleriydi. Asfalt yapış yapış bitümünü salmış, parke taşları alev topu insanın yüzünü yalaza gibi yalıyor; güneş gölgeleri kovalıyordu. Biga sokaklarında gündem, insanların yüzünde terin ucuna yapışmış ateş gibiydi.

Halk, nerede bir gölge bulduysa altına çömelmiş; kimisi çayını yudumlarken, kimisi gündemi tartıyordu. Biga'nın nabzı her zamanki gibi Belediye İş Hanı'nın girişindeki Tahtakale diye isimlendirilen çay ocaklarında atıyor; kümelenmiş sandalyeler birer kürsüye dönüşmüş, çayın deminden sözün ağırlığına geçiliyordu. O sırada “Abi gel bir çayımızı iç” davetini kıramadım. Oturur oturmaz, davet sahibi rolünü bilen bir aktör gibi telefonunu kaldırdı; sahneye bir izleyici daha davet edildi: “Tahtakale’ye gel!”

Bu çağrı, sadece bir buluşma değil; gündemin merkezine yapılan bir davetti. Çok geçmeden çağrılan arkadaş yüzünde birikmiş terleri silerek geldi, boş sandalyeye oturdu. Çayını daha sipariş etmeden kelimeler döküldü: “Asacaksın bunları hem vallahi hem billahi asacaksın bunları... Adamlar belediyenin su kuyusuna tıkansın diye taş atmışlar...”

Taşlar sadece kuyuya değil, halkın sabrına gündemi değiştirmek için atılmış bir el bombası gibiydi. Tahtakale’deki çay bardağında dönen gündem, artık sadece dedikodu değil; bir kent hafızasının kaydıydı. Gölgedeki adamın sesi, belediye meclisinden daha gür çıkıyordu.

Taşı kim ve neden atmıştı? Bunun cevabı henüz bilinmiyordu ama suçlu/suçlular hakkında “idam kararı verilmişti… Millet cenabet geziyordu…”

Bir deli bir kuyuya taş atmıştı ve Tahtakale’de toplanan akıllılar bu taşı çıkarabilecekler miydi?

Tahtakale’deki masa bir anda kaynadı. Gölgedeki serinlik, yerini hararetli bir tartışmaya bıraktı. Çay bardakları titredi, kelimeler keskinleşti: “Havdan’daki kuyuya taş altı ay önce atıldı, yerel gazetelerde haberi de yapıldı. O zaman adamları bulmak, tedbir almak aklınıza gelmedi de şimdi asmak mı geldi?”

Bu cümle, sadece bir tepki değil; Biga’da siyasetin zamanlamasına ve belediyenin su kesintilerine çözüm bulamadığına dair bir sorguydu. Tahtakale’nin gölgesinden yükselen bir tür yerel ağıt gibi… Hem sıcaklığın hem gündemin hararetiyle kavrulmuş hem de Biga’nın hafızasında yankılanan bir çarpışma noktası.

Tahtakale’deki sandalyeler artık sadece oturulan değil, hesap sorulan yerlerdi. Suya atılan taş, hafızaya da atılmıştı. Altı ay boyunca sessiz kalanlar, şimdi su sıkıntısı baş gösterince öfkeyle konuşuyordu. Ve adres olarak Cumhurbaşkanını gösteremedikleri için yereldeki partilileri ima ediyorlardı…

Davet sahibi, feryat edercesine “Bir kerede olayları çarpıtmadan, etrafa çamur atmadan yapamadığınızı, hatanızı, elinize yüzünüze bulaştırdığınızı kabul edin…” dedi. Ayağa kalktı. Masaya sonradan telefon ile çağırdığı arkadaşın kolundan tuttu, sürüklercesine çekti. CHP ilçe binasını işaret ediyordu: “Ne yazıyor orda? ‘İmamoğlu’na özgürlük…’ Durdu. ‘Lan İmamoğlu’nun neyine özgürlük? Adam soymuş, soğana döndürmüş… Özgürlükmüş… Bekleyin, iddianame yazılsın, mahkeme görülsün, hâkim, anlasın, dinlesin; delilleri incelesin, kararını versin. Suçsuzluğu ispatlanıp içerde tutulursa o zaman hep beraber ‘İmamoğlu’na özgürlük’ diyelim…”

Aslında evden balık avı için yola çıkmış, davet edildiğim için çayı içip kalkmak üzere masaya oturmuştum. Yerel siyaset ile ilgili tartışmaların içinde ve müdahil olmayı da sevmiyordum ama sohbet değişik mecralara evrildiği ve açıkçası ilgimi de çektiği için kalkış saatimi erteliyordum.

“Asacaksın” diyen adam yutkundu… Destek kuvvet ararcasına etrafına bakındı… Çaresizce başını öne eğdi “ama” diyebildi…

“Aması maması yok… Biga’da bu yıl yıllardan beri hiç olmayan, görülmemiş beceriksizliğin sonucu oluşan bir su sorunu var… Yetmedi trafik güzergâhlarını değiştirerek Biga trafiğini Arap saçına döndürdünüz… Biga’nın susuz kalması… Becerilmesi ve başarılması güç bir olay ama yaptınız… Açız açız derken milleti susuz bıraktınız” daha ne aması…

“Daha Alper Başkan seçileli bir yıl oldu, yavaş yavaş bütün sorunlar çözülecek… Hem bu adamlar hiç mi iyi bir şey yapmadı? Ağzınızda sakız gibi bellemişsiniz bir su, bir trafik… temcit pilavı gibi pişirip pişirip önümüze koyuyorsunuz…”

Allah için yaptılar hem de çok iyi bir şey yaptılar… Çan’da, İstanbul’da, Manavgat’ta olduğu gibi hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşmadılar. Bizleri ele güne mahcup etmediler… Yiğidi öldürelim ama hakkını da verelim…

Bizim Alper Başkan öyle bir şey yapmaz…

Yapmasın zaten… Yakışmaz… Ona yakışmaz, rahmetli babasına yakışmaz… Biga’ya hiç yakışmaz…

“Gel bir çay içelim, sonra balığa gidersin” davetiyle oturduğum Tahtakale’deki çay ocağında nasibime bugünlük bu yazı çıktı. Nasipler bazen beklenmedik yerden geliyordu…Ama ben yine de denizdeki nasibimi aramak niyetiyle kalktım…

Tahtakale’de sesler yükselirken, ben gölgeyi bırakıp güneşe çıktım. Her kes bir şey söylüyordu; ben sustum. Belki sessizlik, suya atılan taşların yankısını daha iyi duyar.

Şehrin hafızası çay bardaklarında buharlaşıyordu. Ama bazen bırakmak ve kalkmak gerekiyordu. Ben de sabrımı aldım, balık tutmak ümidiyle müsaade isteyip ayrıldım.

İnsan bazen gündemden kaçıp, suyun kenarındaki sessizliğe ihtiyaç duyuyor. Çünkü su bazen alıp götürüyor; bazen de insanı kendine getiriyor. Suyun kenarında, sessizliğin içinde, insan kendi yankısını buluyor.